Milliyetçilik olur olmaz vesilelerle savrulan sloganlarla, günden güne güçlenen bir akım haline gelir. Siyasi arenadaki ‘askerlerin iktidar üzerindeki etkisi’ tartışması, artık kronikleşmiş. Batılılaşma sorunu bir tekerlemeye indirgenmiş : “Batı’nın teknolojisini, bilimini, yani ‘iyi’ yanlarını alalım, ama gerisine kapıyı kapalı tutup geleneklerimizi koruyalım … ” Ya ekonomi? İyi olacak ama, sürmekte olan savaş çok kaynak tüketiyor “lafları yoğunkaşmıştır.
Bu tablo size çok tanıdık mı geliyor ? biz çok uzaklardan,Japonya’dan söz ediyoruz. Japonya’nın yüzyıllara yayılan çelişkilerle dolu savaşı, herkesten çok, doğuyla batı ve değişimle gelenek arasındaki konumu bir türlü netleşemeyen Türkiye için dersler içeriyor.
Amerikalı tarihçi Edwin P. Hoyt’un Japonların önce iktidara, sonra intihara, ardından tekrar iktidara giden zorlu mücadelesini anlattığı bu çalışma hem Japonlar’ın hem de bizzat Batı’nın efsanelerini çürütmekten çekinmiyor. Nesnel,berrak ve sonuç olarak dehşet verici.
Bugün hala, Amerika’daki birkaç evde, Japon askerlerinin kafataslarından yapılmış hatıra eşyaları bulunduğunu biliyor muydunuz? Hatta bir kendini bilmezin, başkan Roosevelt’e bir Japon askerinin kaval kemiğinden yapılmış mektup açacağı hediye etmeye kalktığını? Ya da Japonlar’ın Nanking’i işgal ettiklerinde yaptıklarının, en az Naziler’in Aushwitcz’i kadar dehşet verici olduğunu? İntihar pilotu kamikazeleri biliyorsunuz, peki intiharı kurumlaştırarak hayata geçiren Japon askeri entrikalarını da biliyor musunuz?
Bu Kitapta, sizi, yüzyıllara yayılan savaşın allak bullak edecek ayrıntıları ve birçok büyük dersi bekliyor. Dehşet verici , trajik, bazen ‘ dayanılmaza dayanmayı’ gerektiriyor. Zaten hiç kimse, efsanelerden dokunmuş bir perdeyi aralayıp arkasındaki gerçeğe çıplak gözle bakmanın kolay olduğunu iddia etmiyor…Amerikalı tarihçi Edwin P. Hoyt, 1800′lerden başlayarak Japonların büyük savaşını, eşine az rastlanır bir berraklıkla anlatıyor. Çok yönlü bir savaş bu. Önce, Doğu halklarının Batı tarafından sömürgeleştirilmesine karşı çıkan bir ulus var ortada. Ardından bu ‘onurlu’ çıkışın kisvesi değişiyor ve zihniyet netleşiyor: “Doğu’nun (ve giderek dünyanın) gerçek imparatoru olalım ve batılılar sömüreceğine biz sömürelim …” İçerdeyse başka savaşlar yaşanıyor. Orduyla donanmanın savaşı, ordu ve donanmayla imparatorluğun savaşı,liberal subaylarla şahinlerin savaşı, sivil siyasetle militarizmin savaşı…
Hoyt, savaşın arka planını, toplumsal - ekonomik - siyasi dinamiklerini kafanızda hiçbir karanlık nokta bırakmadan çizerek, atom bombası’nın atılışına kadar geliyor… Belki siz de birçok kişi gibi, Japonlar’ın savaştan çekilmesinin nedeninin atom bombası olduğunu sanıyorsunuzdur. Hayır, İmparator savaşı çok daha önce de bitirmek istiyordu ama, kendisine, yani Japon sistemine göre Tanrı’ya ‘izin’ verilmiyordu. Atom bombası atıldığında da aynı şey oldu ve bir grup asker sarayı bastı… Sonra ? Sonrasının öncesinden hiç farkı yok, Japonların teslim oluşları, belki de savaşlarından bile daha çok siyasi dersle dolu… Özellikle Doğu-Batı, değişim-gelenek çatışmalarının hiçbir zaman gündemden inmediği Türkiye İçin…
Japonlar 1980′lerde, krallığın liderleri tarafından uzun zaman önce belirlenmiş bir yazgıyı izliyorlardı. Japonlar’dan Asya’nın ve belki de dünyanın liderliğini isteyen bir yazgı. Yürekten inanıyorlardı bu yazgıya. Kendi uygarlıklarının ; edebiyatı, sanatı ve yazılı dilini ödünç aldıkları Çin toplumundan ve teknolojiyi ödünç aldıkları ,Batı - özellikle Amerikan - toplumu dahil olmak üzere bütün diğerlerinden üstün olduğuna inandıkları gibi.
Bu kitap, yazgısının peşindeki Japonya’nın hikayesidir. Batı’nın Japonya’ya gözünü çevirmesinden; iki büyük hasmın, Birleşik Devletler’in ve Japonya’nın 1951 yılında 47 ülkenin de katıldığı bir barış antlaşması imzalanmasına kadar. Mücadele elbette bitmedi ama 1952 yılında, Japonya o güne dek hiç yaşamadığı ve 1980′lerde gelecek hakkında pek çok soru işareti doğurcak yeni bir aşamaya girdi. Bu kitabın ilgi alanı 1853 - 1952 yılları arasındaki olaylar ve varsa bu olaylardan çıkarılabilecek derslerdir.
Sonuç olarak Japonlar ilk kez 1860 yılında yapılan ticaret antlaşmasının imzalanmasını kutlamak üzere Birleşik Devletler’e gittiklerinde Amerikan kültürünün günlük yaşamdaki uzantıları karşısında hayretler içinde kaldılar. İnsanlar balolarda dans ediyor,’zarif’ hanımlar toplum yaşamında erkeklerle bir arada bulunabiliyordu. Ülkelerine döndüklerinde gözlemlerinin bu bölümünü dedikodu malzemesi olarak saklayıp, binlerce millik uzaklıkları birleştiren demiryollarından, buhar gemilerinden, taş ve demirden yapılmış dev binalardan, su ve kanalizasyon sistemlerinden ayakkabı fabrikalarından, pamuk dokuma hanelerinden demir ve çelik dökümhanelerine, çok sayıda basılan modern gazetelerden, tramvaylardan ve kendilerine tamamen yabancı gelen karmaşık ve mekanik bir toplumun yüzlerce diğer görünümünden bahsettiler. ” Bu…” diye anlattılar şoguna. “Mutlaka göze alınması gereken bir meydan okumadır.” Bizler de bu mantıktan yola çıkarak tehdidin mutlaka askeri yollardan gelmeyeceğini anlamış olmalıyız. Batı toplumu olarak nitelendirdiğimiz teknolojik olarak gelişmiş toplumlar gerçek anlamda bizler için bir tehdit unsuru oluşturmaktadır ve bu unsura karşı koymanın yolu onlardan öğrenmek ve kendi içimizde bunu her kesime öğreterek teknolojik olarak gelişmektir. Daha sonra da onlardan bağımsızlığımızı kazanmaktır. Gerçekten de Japonya’nın yaptığı bu olmuştur. 1860 yılında Hollanda’dan bir gemi aldılar ve bu gemiyi kullanmayı öğretmelerini istediler. Daha sonra japonlar her yerde tersaneler kurdular ve kendi deniz filolarını kurdular. Bu sadece bir örnek. Bugün geldikleri nokta ortada.
Bu tablo size çok tanıdık mı geliyor ? biz çok uzaklardan,Japonya’dan söz ediyoruz. Japonya’nın yüzyıllara yayılan çelişkilerle dolu savaşı, herkesten çok, doğuyla batı ve değişimle gelenek arasındaki konumu bir türlü netleşemeyen Türkiye için dersler içeriyor.
Amerikalı tarihçi Edwin P. Hoyt’un Japonların önce iktidara, sonra intihara, ardından tekrar iktidara giden zorlu mücadelesini anlattığı bu çalışma hem Japonlar’ın hem de bizzat Batı’nın efsanelerini çürütmekten çekinmiyor. Nesnel,berrak ve sonuç olarak dehşet verici.
Bugün hala, Amerika’daki birkaç evde, Japon askerlerinin kafataslarından yapılmış hatıra eşyaları bulunduğunu biliyor muydunuz? Hatta bir kendini bilmezin, başkan Roosevelt’e bir Japon askerinin kaval kemiğinden yapılmış mektup açacağı hediye etmeye kalktığını? Ya da Japonlar’ın Nanking’i işgal ettiklerinde yaptıklarının, en az Naziler’in Aushwitcz’i kadar dehşet verici olduğunu? İntihar pilotu kamikazeleri biliyorsunuz, peki intiharı kurumlaştırarak hayata geçiren Japon askeri entrikalarını da biliyor musunuz?
Bu Kitapta, sizi, yüzyıllara yayılan savaşın allak bullak edecek ayrıntıları ve birçok büyük dersi bekliyor. Dehşet verici , trajik, bazen ‘ dayanılmaza dayanmayı’ gerektiriyor. Zaten hiç kimse, efsanelerden dokunmuş bir perdeyi aralayıp arkasındaki gerçeğe çıplak gözle bakmanın kolay olduğunu iddia etmiyor…Amerikalı tarihçi Edwin P. Hoyt, 1800′lerden başlayarak Japonların büyük savaşını, eşine az rastlanır bir berraklıkla anlatıyor. Çok yönlü bir savaş bu. Önce, Doğu halklarının Batı tarafından sömürgeleştirilmesine karşı çıkan bir ulus var ortada. Ardından bu ‘onurlu’ çıkışın kisvesi değişiyor ve zihniyet netleşiyor: “Doğu’nun (ve giderek dünyanın) gerçek imparatoru olalım ve batılılar sömüreceğine biz sömürelim …” İçerdeyse başka savaşlar yaşanıyor. Orduyla donanmanın savaşı, ordu ve donanmayla imparatorluğun savaşı,liberal subaylarla şahinlerin savaşı, sivil siyasetle militarizmin savaşı…
Hoyt, savaşın arka planını, toplumsal - ekonomik - siyasi dinamiklerini kafanızda hiçbir karanlık nokta bırakmadan çizerek, atom bombası’nın atılışına kadar geliyor… Belki siz de birçok kişi gibi, Japonlar’ın savaştan çekilmesinin nedeninin atom bombası olduğunu sanıyorsunuzdur. Hayır, İmparator savaşı çok daha önce de bitirmek istiyordu ama, kendisine, yani Japon sistemine göre Tanrı’ya ‘izin’ verilmiyordu. Atom bombası atıldığında da aynı şey oldu ve bir grup asker sarayı bastı… Sonra ? Sonrasının öncesinden hiç farkı yok, Japonların teslim oluşları, belki de savaşlarından bile daha çok siyasi dersle dolu… Özellikle Doğu-Batı, değişim-gelenek çatışmalarının hiçbir zaman gündemden inmediği Türkiye İçin…
Japonlar 1980′lerde, krallığın liderleri tarafından uzun zaman önce belirlenmiş bir yazgıyı izliyorlardı. Japonlar’dan Asya’nın ve belki de dünyanın liderliğini isteyen bir yazgı. Yürekten inanıyorlardı bu yazgıya. Kendi uygarlıklarının ; edebiyatı, sanatı ve yazılı dilini ödünç aldıkları Çin toplumundan ve teknolojiyi ödünç aldıkları ,Batı - özellikle Amerikan - toplumu dahil olmak üzere bütün diğerlerinden üstün olduğuna inandıkları gibi.
Bu kitap, yazgısının peşindeki Japonya’nın hikayesidir. Batı’nın Japonya’ya gözünü çevirmesinden; iki büyük hasmın, Birleşik Devletler’in ve Japonya’nın 1951 yılında 47 ülkenin de katıldığı bir barış antlaşması imzalanmasına kadar. Mücadele elbette bitmedi ama 1952 yılında, Japonya o güne dek hiç yaşamadığı ve 1980′lerde gelecek hakkında pek çok soru işareti doğurcak yeni bir aşamaya girdi. Bu kitabın ilgi alanı 1853 - 1952 yılları arasındaki olaylar ve varsa bu olaylardan çıkarılabilecek derslerdir.
Sonuç olarak Japonlar ilk kez 1860 yılında yapılan ticaret antlaşmasının imzalanmasını kutlamak üzere Birleşik Devletler’e gittiklerinde Amerikan kültürünün günlük yaşamdaki uzantıları karşısında hayretler içinde kaldılar. İnsanlar balolarda dans ediyor,’zarif’ hanımlar toplum yaşamında erkeklerle bir arada bulunabiliyordu. Ülkelerine döndüklerinde gözlemlerinin bu bölümünü dedikodu malzemesi olarak saklayıp, binlerce millik uzaklıkları birleştiren demiryollarından, buhar gemilerinden, taş ve demirden yapılmış dev binalardan, su ve kanalizasyon sistemlerinden ayakkabı fabrikalarından, pamuk dokuma hanelerinden demir ve çelik dökümhanelerine, çok sayıda basılan modern gazetelerden, tramvaylardan ve kendilerine tamamen yabancı gelen karmaşık ve mekanik bir toplumun yüzlerce diğer görünümünden bahsettiler. ” Bu…” diye anlattılar şoguna. “Mutlaka göze alınması gereken bir meydan okumadır.” Bizler de bu mantıktan yola çıkarak tehdidin mutlaka askeri yollardan gelmeyeceğini anlamış olmalıyız. Batı toplumu olarak nitelendirdiğimiz teknolojik olarak gelişmiş toplumlar gerçek anlamda bizler için bir tehdit unsuru oluşturmaktadır ve bu unsura karşı koymanın yolu onlardan öğrenmek ve kendi içimizde bunu her kesime öğreterek teknolojik olarak gelişmektir. Daha sonra da onlardan bağımsızlığımızı kazanmaktır. Gerçekten de Japonya’nın yaptığı bu olmuştur. 1860 yılında Hollanda’dan bir gemi aldılar ve bu gemiyi kullanmayı öğretmelerini istediler. Daha sonra japonlar her yerde tersaneler kurdular ve kendi deniz filolarını kurdular. Bu sadece bir örnek. Bugün geldikleri nokta ortada.
C.tesi Mayıs 19, 2012 10:29 pm tarafından taner
» BDP'li vekile 5 yıl hapis
Perş. Mayıs 10, 2012 6:11 pm tarafından taner
» CHP'ye Haciz Şoku...
Salı Mayıs 08, 2012 5:26 pm tarafından taner
» Gözüne kamera yerleştirdi
C.tesi Mayıs 05, 2012 8:22 am tarafından taner
» Bu defa 14 tane başsız ceset bulundu
C.tesi Mayıs 05, 2012 8:20 am tarafından taner
» Kış Bahçesi
Cuma Mayıs 04, 2012 8:25 pm tarafından taner
» LYS adaylarına müjde haber
Cuma Mayıs 04, 2012 8:22 pm tarafından taner
» işte ABD nin en güzel mahkumu
Cuma Mayıs 04, 2012 8:19 pm tarafından taner
» şaşırmayın bu olay türkiyede yaşandı
Cuma Mayıs 04, 2012 8:15 pm tarafından taner