Cumhuriyet; kimine göre bir yaşam biçimi, kimine göre sadece bir idare şekli. Bazı milletlerce tartışma götürmeden kabullenilmiş, bazılarınca yüzyılı aşkın bir süredir tartışılan, eleştirilen bir rejim.
Her şeyden önce Cumhuriyetin tarihsel gelişimini incelemek, bunu uygulayacak toplumların kökleri, gelenekleri ve değerleri açısından son derece önemlidir. Cumhuriyeti modern ve devasa boyutlarda bir bina olarak düşünürsek üstüne kurulacağı tarihi köklerin sağlam, toplumun geçmişten gelen kültür ve geleneklerine uygun olması şarttır. Buna bağlı olarak Cumhuriyet ve demokrasinin tarihsel gelişimini Antik Yunan’dan başlayıp, İtalyan şehir devletlerine, Fransız devrimine ve oradan da günümüze kadar değişik bakış acılarıyla inceleyelim.
Antik Atina’da yurttaş “fikir vermeye ve kamu alanında görev almaya“ katılan kişiydi. Yunan düşüncesinde özgürlük, öz yönetim, aktif yurttaş gibi kavramların yanı sıra Cumhuriyetin bir diğer öğesi olan laiklikte göze çarpmaktadır. Yunan görüşü Hıristiyanlık dünya görüşü ile bazı tezatlar ortaya çıkarıyordu.
Orta çağ Avrupa’sında, Hıristiyanlık çerçevesi içinde karmaşık bir krallık, prenslik, dukalık ağı oluştu. Aynı zamanda şehirlerde de yeni yeni güç merkezleri gelişti. Şehirlerin ve şehir federasyonlarının geçimi ticaret, imalat ve yüksek düzeyde sermaye birikimine bağlıydı. Bu şehirler farklı sosyal ve politik yapılara sahiplerdi ve belirlenen bağımsız sistemlerle yönetiliyorlardı. Bu şehirlerin en iyi bilinenleri Floransa, Venedik, Siena gibi İtalyan şehir devletleriydi. Ama tüm Avrupa da yüzlerce şehir merkezi gelişti. Bu şehir Cumhuriyetleri hükümetin, tanrı tarafından verilmiş bir lordluk olarak görülmesi gerektiği varsayımına açık bir başkaldırıyı temsil ediyorlardı.
Bu dönemde Marsilius, Machiavelli ve Rousseau gibi yazarların fikirleri büyük oranda yol gösterici oluyor. Marsilius hükümetin, tek bir grup için değil, ortak yarar veya halk kitlesi için çalıştığı zaman düzenleyici işlevini yerine getirdiğine dikkat çeker. Yurttaşı ya hükümette yada onun “ hukuki işlevinde” görev alarak “ sivil topluma katılan kişi “ olarak tanımlıyor. Kişisel özgürlüğün ana şartı politik katılımdır. Yurttaşlar kendilerini yönetmezlerse başkalarının idaresi altına girerler.
Machiavelli’ de yurttaş katılımının, bağımsızlık, öz yönetim ve zaferin şartı olarak gören Cumhuriyetçi geleneğin yani korumacı Cumhuriyetçiliği açıklıyor. Yani bütün önemli politik güçlerin, kamu hayatında aktif bir rol oynamasını sağlayan karışık anayasa veya karışık hükümete bağlı, “ halk” , monarşi, aristokrasi arasında güç dengesi olduğunu belirtiyor. Rousseau’ nun fikirlerini ise bir eserinde yazdığı şu cümleler açıkça özetliyor;
“Egemenlik temsil edilemez, aynı nedenden dolayı devredilemez de, halkın vekilleri onun temsilcileri değildirler, olamazlarda. Onlar sadece halkın memurlarıdır. Hiçbir konuda son kararı veremezler. Halkın bizzat tasdik etmediği bir yasa hükümsüzdür, hatta yasa bile değildir. İngiliz halkı özgür olduğuna inanıyor. Onlar yalnızca parlamento üyelerini seçerken özgürler; üyeler seçilir seçilmez halk onların kölesi haline geliyor, bir hiç oluyor.”
Bununla birlikte o dönem Cumhuriyetinin aksaklıklarından da bahsedilmeden geçilmiyor. Özellikle şehir devletleri ve Avrupa’daki merkezler göz önüne alınırsa Cumhuriyetin küçük toplumlarda rahat uygulandığı görülüyor. Ancak kalabalık toplumlarda uygulanması zorlaşıyor. Ayrıca kadınlar ve yoksulların siyasetten dışlanması uzun süre tartışma konusu olmuştur.
İşte Cumhuriyet geçmişte bu düşüncelerle yoğrulup, Fransız devrimi ile şekillenerek günümüze kadar geliyor.
Ayrıca günümüzde Cumhuriyet bazı milletlerce yalnış adlandırılmıştır. S.S.C.B., İran İslam Cumhuriyeti, Çin Halk Cumhuriyeti örneklerinde görüldüğü gibi bu ülkelerin Cumhuriyet rejimi ile yakından uzaktan hiçbir alakası olmadığı bir gerçektir. Kendilerini Cumhuriyet olarak adlandırmışlar ancak geçmişten gelen geleneklerini alışkanlıklarını ve kültürlerini terk edemedikleri için bu rejimi uygulamamaktadırlar.
Bizdeki Cumhuriyetin tarihsel gelişimine baktığımızda 19. Y.Y. içerisinde Tanzimat fermanıyla, Islahat fermanıyla, birinci meclis ve Meşrutiyetle, Anayasayla ve ikinci meşrutiyetle bir değişim amacı görülüyor. Ancak Tanzimat fermanında bir İngiliz etkisi sezinlenmektedir. “ padişah olsun, bu ümmet de biraz yönetilme biçimine katılsın, fazla istibdat olmasın, biraz daha hürriyet olsun “ deniyor. Bazı alışkanlıklar-dan vazgeçilemiyor. Halk yıllardır bağlandığı geleneklerden kopamıyor.
Cumhuriyetçi katılım bizim açımızdan ele alındığında ise ilginç tartışmalar ve soru işaretleri ortaya çıkarıyor. Çünkü kurulmak istenen Cumhuriyette müthiş bir Fransız damgası var. Fransa’daki gelişmeyi, oradaki kavramları bize aktarma çabası çok açık. Bu Cumhuriyeti kuranlarda özellikle Rousseau etkisi göze çarpar. Rousseau’ nun kendisinin dışındaki başka özel iradeleri, grup iradelerini, kiliseyi tanımayan bir anlayışı var. Hatta dini bile gerekirse sivilleştirmeyi yani Cumhuriyetin kendisini bir din ve ahlak olarak ortaya koyup, her şeyi eğitilmiş vatandaş kavramı üzerine oturtmaya çalışan bir model bu. Yüzyıllarca Osmanlı egemenliğinde Monarşi ile yönetilen halk, M. Kemal’ in yönetiminde Cumhuriyete geçiş yaparken bu değişimin neler getireceğini ve beraberinde neleri götüreceğini tartışacak kültür ve eğitime seviyesine sahip miydi?
M. Kemal “ biz bir yüzyıldır uğraştık, o yol çıkmazdır, bunu bırakıyoruz, şimdi yeni bir tecrübeye girişiyoruz.” derken alkış tutan eller, bu girişilen mücadelenin alkışla değil, ancak kültürle, okulla buna bağlı olarak bireysel katılımla özgürlüğe ve demokrasiye ulaşacağını biliyorlar mıydı? Eğitim ve kültüre önem verilmediği takdirde zaten sosyal bir karakteri olmayan Osmanlı toplumuna batıdaki meclis ve anayasa fikrini taşıdığınız zaman problemler çıkması kaçınılmazdı. Batıdaki sosyal zeminle buradaki sosyal zemin aynı olmadığı için yeni bir siyaset felsefesini beyinlere yerleştirmek zorundasınız.
Yurtdışından ithal edilen teknolojinin tutunması, parçalarının üretimi ve temini konusunda her zaman sorunlar çıkar. Cumhuriyette bizim batıdan ithal ettiğimiz bir siyasal teknoloji olarak düşünülürse, bunun toplum, kültür, eğitim gibi ana ve yedek parçalarını üretememenin, bir araya getirememenin sıkıntısını çekiyoruz. Bu sıkıntıları aşmanın ya da azaltmanın tek yolu insan hakları, meclis, doğal hukuk, laiklik, demokrasi gibi Cumhuriyet kavramlarının topluma doğru bir şekilde anlatmaktır. Anlatmalısınız ki insanlar bilgi sahibi olabilsinler; çünkü bilgi sahibi olunmadan fikir sahibi olunamaz. Katılımın, öz yönetimin de can damarı fikir alış verişidir.
Cumhuriyet, Osmanlıdan bize miras kalan çorak siyaset toprağına Atatürk’ ün aziz elleriyle diktiği narin fidandır. Bu fidan eğitilmiş, bilgiyle donatılmış beyinlerden çıkacak fikirlerle sulanmazsa kuruyup gitmeye mahkum olacaktır.
Her şeyden önce Cumhuriyetin tarihsel gelişimini incelemek, bunu uygulayacak toplumların kökleri, gelenekleri ve değerleri açısından son derece önemlidir. Cumhuriyeti modern ve devasa boyutlarda bir bina olarak düşünürsek üstüne kurulacağı tarihi köklerin sağlam, toplumun geçmişten gelen kültür ve geleneklerine uygun olması şarttır. Buna bağlı olarak Cumhuriyet ve demokrasinin tarihsel gelişimini Antik Yunan’dan başlayıp, İtalyan şehir devletlerine, Fransız devrimine ve oradan da günümüze kadar değişik bakış acılarıyla inceleyelim.
Antik Atina’da yurttaş “fikir vermeye ve kamu alanında görev almaya“ katılan kişiydi. Yunan düşüncesinde özgürlük, öz yönetim, aktif yurttaş gibi kavramların yanı sıra Cumhuriyetin bir diğer öğesi olan laiklikte göze çarpmaktadır. Yunan görüşü Hıristiyanlık dünya görüşü ile bazı tezatlar ortaya çıkarıyordu.
Orta çağ Avrupa’sında, Hıristiyanlık çerçevesi içinde karmaşık bir krallık, prenslik, dukalık ağı oluştu. Aynı zamanda şehirlerde de yeni yeni güç merkezleri gelişti. Şehirlerin ve şehir federasyonlarının geçimi ticaret, imalat ve yüksek düzeyde sermaye birikimine bağlıydı. Bu şehirler farklı sosyal ve politik yapılara sahiplerdi ve belirlenen bağımsız sistemlerle yönetiliyorlardı. Bu şehirlerin en iyi bilinenleri Floransa, Venedik, Siena gibi İtalyan şehir devletleriydi. Ama tüm Avrupa da yüzlerce şehir merkezi gelişti. Bu şehir Cumhuriyetleri hükümetin, tanrı tarafından verilmiş bir lordluk olarak görülmesi gerektiği varsayımına açık bir başkaldırıyı temsil ediyorlardı.
Bu dönemde Marsilius, Machiavelli ve Rousseau gibi yazarların fikirleri büyük oranda yol gösterici oluyor. Marsilius hükümetin, tek bir grup için değil, ortak yarar veya halk kitlesi için çalıştığı zaman düzenleyici işlevini yerine getirdiğine dikkat çeker. Yurttaşı ya hükümette yada onun “ hukuki işlevinde” görev alarak “ sivil topluma katılan kişi “ olarak tanımlıyor. Kişisel özgürlüğün ana şartı politik katılımdır. Yurttaşlar kendilerini yönetmezlerse başkalarının idaresi altına girerler.
Machiavelli’ de yurttaş katılımının, bağımsızlık, öz yönetim ve zaferin şartı olarak gören Cumhuriyetçi geleneğin yani korumacı Cumhuriyetçiliği açıklıyor. Yani bütün önemli politik güçlerin, kamu hayatında aktif bir rol oynamasını sağlayan karışık anayasa veya karışık hükümete bağlı, “ halk” , monarşi, aristokrasi arasında güç dengesi olduğunu belirtiyor. Rousseau’ nun fikirlerini ise bir eserinde yazdığı şu cümleler açıkça özetliyor;
“Egemenlik temsil edilemez, aynı nedenden dolayı devredilemez de, halkın vekilleri onun temsilcileri değildirler, olamazlarda. Onlar sadece halkın memurlarıdır. Hiçbir konuda son kararı veremezler. Halkın bizzat tasdik etmediği bir yasa hükümsüzdür, hatta yasa bile değildir. İngiliz halkı özgür olduğuna inanıyor. Onlar yalnızca parlamento üyelerini seçerken özgürler; üyeler seçilir seçilmez halk onların kölesi haline geliyor, bir hiç oluyor.”
Bununla birlikte o dönem Cumhuriyetinin aksaklıklarından da bahsedilmeden geçilmiyor. Özellikle şehir devletleri ve Avrupa’daki merkezler göz önüne alınırsa Cumhuriyetin küçük toplumlarda rahat uygulandığı görülüyor. Ancak kalabalık toplumlarda uygulanması zorlaşıyor. Ayrıca kadınlar ve yoksulların siyasetten dışlanması uzun süre tartışma konusu olmuştur.
İşte Cumhuriyet geçmişte bu düşüncelerle yoğrulup, Fransız devrimi ile şekillenerek günümüze kadar geliyor.
Ayrıca günümüzde Cumhuriyet bazı milletlerce yalnış adlandırılmıştır. S.S.C.B., İran İslam Cumhuriyeti, Çin Halk Cumhuriyeti örneklerinde görüldüğü gibi bu ülkelerin Cumhuriyet rejimi ile yakından uzaktan hiçbir alakası olmadığı bir gerçektir. Kendilerini Cumhuriyet olarak adlandırmışlar ancak geçmişten gelen geleneklerini alışkanlıklarını ve kültürlerini terk edemedikleri için bu rejimi uygulamamaktadırlar.
Bizdeki Cumhuriyetin tarihsel gelişimine baktığımızda 19. Y.Y. içerisinde Tanzimat fermanıyla, Islahat fermanıyla, birinci meclis ve Meşrutiyetle, Anayasayla ve ikinci meşrutiyetle bir değişim amacı görülüyor. Ancak Tanzimat fermanında bir İngiliz etkisi sezinlenmektedir. “ padişah olsun, bu ümmet de biraz yönetilme biçimine katılsın, fazla istibdat olmasın, biraz daha hürriyet olsun “ deniyor. Bazı alışkanlıklar-dan vazgeçilemiyor. Halk yıllardır bağlandığı geleneklerden kopamıyor.
Cumhuriyetçi katılım bizim açımızdan ele alındığında ise ilginç tartışmalar ve soru işaretleri ortaya çıkarıyor. Çünkü kurulmak istenen Cumhuriyette müthiş bir Fransız damgası var. Fransa’daki gelişmeyi, oradaki kavramları bize aktarma çabası çok açık. Bu Cumhuriyeti kuranlarda özellikle Rousseau etkisi göze çarpar. Rousseau’ nun kendisinin dışındaki başka özel iradeleri, grup iradelerini, kiliseyi tanımayan bir anlayışı var. Hatta dini bile gerekirse sivilleştirmeyi yani Cumhuriyetin kendisini bir din ve ahlak olarak ortaya koyup, her şeyi eğitilmiş vatandaş kavramı üzerine oturtmaya çalışan bir model bu. Yüzyıllarca Osmanlı egemenliğinde Monarşi ile yönetilen halk, M. Kemal’ in yönetiminde Cumhuriyete geçiş yaparken bu değişimin neler getireceğini ve beraberinde neleri götüreceğini tartışacak kültür ve eğitime seviyesine sahip miydi?
M. Kemal “ biz bir yüzyıldır uğraştık, o yol çıkmazdır, bunu bırakıyoruz, şimdi yeni bir tecrübeye girişiyoruz.” derken alkış tutan eller, bu girişilen mücadelenin alkışla değil, ancak kültürle, okulla buna bağlı olarak bireysel katılımla özgürlüğe ve demokrasiye ulaşacağını biliyorlar mıydı? Eğitim ve kültüre önem verilmediği takdirde zaten sosyal bir karakteri olmayan Osmanlı toplumuna batıdaki meclis ve anayasa fikrini taşıdığınız zaman problemler çıkması kaçınılmazdı. Batıdaki sosyal zeminle buradaki sosyal zemin aynı olmadığı için yeni bir siyaset felsefesini beyinlere yerleştirmek zorundasınız.
Yurtdışından ithal edilen teknolojinin tutunması, parçalarının üretimi ve temini konusunda her zaman sorunlar çıkar. Cumhuriyette bizim batıdan ithal ettiğimiz bir siyasal teknoloji olarak düşünülürse, bunun toplum, kültür, eğitim gibi ana ve yedek parçalarını üretememenin, bir araya getirememenin sıkıntısını çekiyoruz. Bu sıkıntıları aşmanın ya da azaltmanın tek yolu insan hakları, meclis, doğal hukuk, laiklik, demokrasi gibi Cumhuriyet kavramlarının topluma doğru bir şekilde anlatmaktır. Anlatmalısınız ki insanlar bilgi sahibi olabilsinler; çünkü bilgi sahibi olunmadan fikir sahibi olunamaz. Katılımın, öz yönetimin de can damarı fikir alış verişidir.
Cumhuriyet, Osmanlıdan bize miras kalan çorak siyaset toprağına Atatürk’ ün aziz elleriyle diktiği narin fidandır. Bu fidan eğitilmiş, bilgiyle donatılmış beyinlerden çıkacak fikirlerle sulanmazsa kuruyup gitmeye mahkum olacaktır.
C.tesi Mayıs 19, 2012 10:29 pm tarafından taner
» BDP'li vekile 5 yıl hapis
Perş. Mayıs 10, 2012 6:11 pm tarafından taner
» CHP'ye Haciz Şoku...
Salı Mayıs 08, 2012 5:26 pm tarafından taner
» Gözüne kamera yerleştirdi
C.tesi Mayıs 05, 2012 8:22 am tarafından taner
» Bu defa 14 tane başsız ceset bulundu
C.tesi Mayıs 05, 2012 8:20 am tarafından taner
» Kış Bahçesi
Cuma Mayıs 04, 2012 8:25 pm tarafından taner
» LYS adaylarına müjde haber
Cuma Mayıs 04, 2012 8:22 pm tarafından taner
» işte ABD nin en güzel mahkumu
Cuma Mayıs 04, 2012 8:19 pm tarafından taner
» şaşırmayın bu olay türkiyede yaşandı
Cuma Mayıs 04, 2012 8:15 pm tarafından taner